KIRILMADAN GÜÇLENMEK
7. Bölüm – Sessizliğin Kıyısından: Işığa Doğru Bir Adım
Hazal o sabah erkenden uyandı ama uyanmakla uyanmamak arasında bir yerdeydi. Gözleri açık, zihni kapalıydı. Yatağında doğrulmadan önce uzun süre tavana baktı. O beyaz boşlukta kendini görmeye çalıştı ama sadece silik bir gölge vardı. Son günlerde kendini bir sisin içinde yürürken hissediyordu. Ne geçmiş netti ne gelecek. Sadece şimdi vardı. Ve şimdi, sessizdi.
Mutfağa geçti, kahvesini hazırladı. Her zamanki gibi şekersizdi ama bu sabah tadı daha acıydı. Pencerenin önüne oturdu, dışarıyı izledi. Sokaktan geçen insanlar, arabalar, sesler… Hepsi bir film gibi akıyordu ama Hazal o filmin içinde değildi. O, izleyiciydi. Hayatın kenarında durmuş, olup biteni anlamaya çalışan bir izleyici.
Telefonuna gelen bildirimleri kontrol etti. Sessizce okudu, cevap vermedi. Bir mesaj dikkatini çekti: “Yazıyor musun hâlâ?” Bu soru, içini titretti. Yazıyor muydu? Yazmak onun nefesiydi ama son zamanlarda kelimeler de onu terk etmişti. Defterini açtı, boş sayfaya baktı. Kalemi eline aldı ama yazmadı. Sadece tuttu. Sanki kelimeler onunla inatlaşıyordu. “Yaz,” dedi içinden. “Yazmazsan kaybolacaksın.”
O gün, defterin ilk sayfasına bir cümle yazdı: “Bugün kendimi tanımıyorum.” Sonra durdu. Bu cümle, bir kapıydı. Ardından gelen kelimeler, o kapıdan içeri süzüldü. Hazal yazmaya başladı. Yavaş, titrek ama dürüst. Her kelime, bir yara izi gibi. Her cümle, bir iç hesaplaşma. Yazdıkça kendine yaklaştı. Yazdıkça korkularını tanıdı. Yazdıkça sustuklarını duydu.
Yazdığı hikâyede bir kadın vardı. Sessiz, gözleri uzaklara dalmış, elleri titreyen bir kadın. O kadın, yıllarca bir şeyleri taşımıştı. Kimse fark etmemişti ama o yük, omuzlarını eğmişti. Hazal o kadını yazarken ağladı. Çünkü o kadın, kendisiydi. Ama aynı zamanda herkesin tanıdığı biriydi. O kadın, sokakta yürüyen, markette sıraya giren, otobüste camdan dışarı bakan herhangi bir kadındı. Ve Hazal, o kadının hikâyesini anlatmak zorundaydı.
Hazal defterini kapattıktan sonra uzun süre yerinden kalkmadı. Yazdıkları zihninde dönüp duruyordu. O kadının hikâyesi, onun içinden çıkıp sayfalara dökülmüştü ama hâlâ içindeydi. Yazmak, bir boşaltma değil, bir taşıma biçimiydi. Kelimelerle yükünü yeniden düzenliyordu. Her cümle, bir parçayı yerinden alıp başka bir yere koyuyordu. Ve bu yeniden yerleştirme, onu biraz daha dengeliyordu.
O gün dışarı çıkmaya karar verdi. Uzun zamandır yürümemişti. Ayakkabılarını giydi, kapıyı açtı, sokakla yüzleşti. Hava serindi ama güneş vardı. Güneşin varlığı, ona bir şeyleri hatırlattı. Işık, her zaman karanlığın içinde bir yerlerdeydi. Yeterince dikkatli bakarsan, gölgelerin arasından sızıyordu. Hazal yürürken, insanların yüzlerine baktı. Her yüzde bir hikâye vardı. Her gözde bir soru. Her adımda bir geçmiş.
Bir kafeye oturdu. Cam kenarında, sessizce insanları izledi. Yan masada bir kadın, telefonuna bakarak ağlıyordu. Hazal gözlerini kaçırmadı. O kadının gözyaşlarında kendi hikâyesini gördü. Belki başka bir versiyon, belki başka bir zaman ama aynı acı. Aynı sessizlik. Aynı görünmezlik. Defterini çıkardı, o kadını yazmaya başladı. Adını koymadı. Ama duygusunu yazdı. “Bir kadın, kalabalığın ortasında sessizce dağılıyor.”
Yazdıkça, Hazal’ın içindeki boşluk dolmaya başladı. Kelimeler, birer tuğla gibi duvar örüyordu. Ama bu duvar, onu dünyadan ayıran değil, onu dünyaya bağlayan bir duvardı. Her hikâye, bir pencere açıyordu. Her karakter, bir ses veriyordu. Ve Hazal, o sesleri duydukça kendi sesini daha net işitiyordu.
Akşam eve döndüğünde, defterini açtı. Gün boyunca yazdığı satırları okudu. Bir cümle dikkatini çekti: “Görünmeden yaşamak, yok olmak değildir.” Bu cümle, onun manifestosu gibiydi. Hazal görünmüyordu belki ama yaşıyordu. Hissediyordu. Anlatıyordu. Ve bu anlatma biçimi, onun varoluşuydu.
O gece bir hikâye daha yazdı. Bu kez bir kadın değil, bir çocuk vardı hikâyede. Küçük bir kız, annesinin sessizliğini anlamaya çalışan bir çocuk. O kız, sorular sormuyordu ama her şeyi hissediyordu. Annesinin gözlerindeki yorgunluğu, ellerindeki titremeyi, sesindeki kırıklığı… Hazal o çocuğu yazarken durdu. Kalemi elinden bıraktı. Derin bir nefes aldı. Çünkü o çocuk, bir yansıma gibiydi. Belki kendi çocukluğu, belki bir gün kendi çocuğu. Ama kesinlikle bir parça kendisi.
Yazdığı hikâyede o çocuk, bir gün annesinin defterini buluyordu. Sayfaları tek tek çeviriyor, kelimeleri okuyor, cümleleri hissediyordu. Ve sonunda, annesinin sessizliğini anlamaya başlıyordu. Hazal bu sahneyi yazarken gözleri doldu. Çünkü bir gün, belki gerçekten biri onun defterini okuyacaktı. Belki bir gün, kelimeleri birine ulaşacaktı. Ve o zaman, sessizliği bir anlam kazanacaktı.
Defterin kenarına küçük bir not düştü: “Bir gün anlatacağım.” Bu not, bir söz gibiydi. Kendine verdiği bir söz. O gün ne zaman gelecekti bilmiyordu. Belki aylar sonra, belki yıllar. Ama gelecekti. Çünkü artık kelimeleri vardı. Artık hikâyeleri vardı. Artık kendine ait bir sesi vardı.
Sabaha karşı, defteri kapattı. Pencereden dışarı baktı. Gökyüzü yavaşça aydınlanıyordu. Gecenin karanlığı yerini griye bırakıyordu. Ve o gri, bir geçişti. Karanlıktan aydınlığa. Sessizlikten sese. Görünmezlikten varoluşa. Hazal, o geçişin tam ortasındaydı. Ne tamamen karanlıkta, ne tamamen ışıkta. Ama yürüyordu. Adım adım, kelime kelime, hikâye hikâye.
Yedinci bölüm tamamlanmıştı. Ama hikâye bitmemişti. Çünkü Hazal’ın anlatacak daha çok şeyi vardı. Daha çok sessizlik, daha çok kırıklık, daha çok umut. Ve o umut, artık sadece bir ihtimal değil, bir gerçekti. Yazdıkça büyüyen, yazdıkça güçlenen, yazdıkça ışık saçan bir gerçek.
09.10.2025
Mesime Elif Ünalmış
Yorumlar
Yorum Gönder
Merhaba sevgili okuyucular, paylaştığım hikayeler ve yazılar hakkındaki düşüncelerinizi çok merak ediyorum! Yorumlarınız benim için çok değerli. Lütfen görüşlerinizi ve önerilerinizi paylaşmaktan çekinmeyin. Hep birlikte daha güzel bir topluluk oluşturalım! ✍️