Ana içeriğe atla

KIRILMADAN GÜÇLENMEK 9. Bölüm – Kendi Sesinle Kalmak: Sessiz Gücün Hikâyesi Yayın Tarihi: 11 Eylül 2025 Yazan: Mesime Elif Ünalmış Sabahın ilk ışıkları perdeye vurduğunda Hazal hâlâ uyanıktı. Uyku, artık ona uğramıyordu. Geceler, düşüncelerle dolu bir geçiş alanına dönüşmüştü. Rüya’nın yokluğu evin her köşesinde yankılanıyor; eşinin sessizliği bu boşluğu daha da derinleştiriyordu. Ayrılık kararı alınmıştı. Sessizce, kavgasız, ama kökten. Eşi gitmişti. Bavulunu toplamış, kapıyı sessizce kapatmıştı. Hazal, arkasından bakmamıştı. Çünkü bu gidiş, bir son değil, bir başlangıçtı. Evde yalnız kalmak, ilk başta ürkütücüydü. Ama sonra fark etti: bu yalnızlık, onun sesini daha net duymasını sağlıyordu. Artık kimseye açıklama yapmak zorunda değildi. Kimseye kendini anlatmak, ikna etmek, susmak zorunda değildi. Rüya’nın ardından gelen sessizlik, şimdi başka bir anlam kazanıyordu. Bu sessizlik, Hazal’ın içsel barışının sesi oluyordu. Aileler hâlâ baskı yapıyordu. Telefonlar çalıyordu. “Bu evliliği bitirmeyin,” diyorlardı. “Rüya’nın hatırası için birlikte kalmalısınız.” Hazal, bu cümleleri duydukça içi sıkışıyordu. Çünkü kimse onun ne yaşadığını bilmiyordu. Kimse, geceleri defterine yazdığı cümleleri okumamıştı. Kimse, Rüya’nın son nefesini tutarken onun gözlerine bakmamıştı. Bu evlilik, artık bir yük olmuştu. Ve Hazal, yük taşımak istemiyordu. Yazmaya devam etti. Blogu artık sadece bir anlatı alanı değil, bir direniş alanıydı. Kadınlar yazıyor, anneler yazıyor, kayıplarını anlatıyorlardı. Hazal, bu sesleri okudukça güçleniyordu. Çünkü artık yalnız değildi. Rüya’nın adı, başka hikâyelerde de yankılanıyordu. Ve bu yankı, ona bir topluluk hissi veriyordu. Dayanışma, kelimelerle kuruluyordu. Bir gün, eski bir arkadaşından mesaj geldi: “Senin yazıların sayesinde kendi hayatımı sorgulamaya başladım. Güçlü kalmak ne demekmiş, şimdi anlıyorum.” Hazal bu mesajı okurken ağladı. Çünkü artık yazdıkları sadece bir terapi değil, bir dönüşümdü. Ve bu dönüşüm, onun içinden başlayıp başkalarına ulaşıyordu. Hazal, evin içinde yalnızlığın sesini dinlemeyi öğrendi. Rüya’nın odasına artık daha sık giriyordu. Oyuncaklar yerli yerindeydi, kitaplar rafta diziliydi, küçük bir defter hâlâ yastığın altında duruyordu. O defteri eline aldığında, sayfalar arasında Rüya’nın çizdiği bir resim buldu: bir kadın, elinde kalemle bir dağın tepesinde duruyordu. Altında küçük harflerle yazılmıştı: “Annem güçlü.” Hazal, bu çizime uzun süre baktı. Gözleri doldu ama ağlamadı. Çünkü artık bu gözyaşları, sadece acıdan değil, anlamdan da doğuyordu. Yazılarına daha çok zaman ayırmaya başladı. Kelimeler artık sadece içini dökmek için değil, bir şeyleri inşa etmek için akıyordu. Her yazı, bir tuğla gibiydi. Kendi içsel evini kuruyordu. Bu ev, sessizlikten yapılmıştı ama duvarları dayanışmayla güçleniyordu. Blogundaki yorumlar, mesajlar, paylaşımlar… Hepsi birer ses olmuştu. Ve Hazal, bu seslerin arasında kendi sesini daha net duyuyordu. Ayrılığın ardından gelen özgürlük, ona yeni bir düşünce alanı açtı. Artık ne düşüneceğini değil, ne hissettiğini sorguluyordu. Evlilik boyunca bastırdığı fikirler, şimdi birer birer ortaya çıkıyordu. “Ben kimim?” sorusu, artık bir kriz değil, bir keşifti. Ve bu keşif, onu korkutmuyordu. Çünkü artık yalnızlık, bir tehdit değil, bir alan olmuştu. Yazmak, düşünmek, sessizce var olmak… Bunlar onun yeni ritüelleriydi. Aile baskısı hâlâ sürüyordu. “Bu evliliği kurtarın,” diyorlardı. “Toplum ne der?” Hazal, bu cümleleri duydukça içinden bir direnç yükseliyordu. Çünkü artık toplumun sesi, onun sesinden daha yüksek olamazdı. Rüya’nın kaybı, ona bir şey öğretmişti: hayat, başkalarının beklentileriyle yaşanmazdı. Hayat, kendi sesinle yaşanırdı. Ve Hazal, bu sesi bulmuştu. Bir gün, bloguna şu cümleyi yazdı: “Güçlü kalmak, her şeye rağmen kendi sesini duymaya devam etmektir.” Bu cümle, yüzlerce kez paylaşıldı. Kadınlar, anneler, yalnızlar… Hepsi bu cümlede kendini buldu. Hazal, artık sadece bir yazar değil, bir ses olmuştu. Ve bu ses, susturulamazdı. Hazal, Rüya’nın çizdiği o dağdaki kadın figürünü zihninden çıkaramıyordu. “Annem güçlü” cümlesi, artık sadece bir çocuk cümlesi değil, bir yaşam manifestosu hâline gelmişti. Evin içinde yalnızdı ama bu yalnızlık, onu zayıflatmıyordu. Aksine, her gün biraz daha güçlendiriyordu. Çünkü artık kimseye rol yapmıyordu. Kimseye kendini ispat etmeye çalışmıyordu. Sadece kendisiyle kalıyordu. Ve bu kalış, bir direnişti. Yazdığı son yazı, blogunda en çok okunan içerik oldu. Başlığı şuydu: “Güçlü Kalmak, Sessizce Yeniden Doğmaktır.” Yazıda, Rüya’nın kaybı, eşinin gidişi, aile baskısı ve kendi içsel dönüşümünü anlattı. Ama en çok, kendi sesini nasıl bulduğunu yazdı. “Yıllarca başkalarının sesiyle yaşadım. Şimdi kendi sesimle yürüyorum,” diyordu. Bu cümle, yüzlerce kadının kalbine dokundu. Paylaşıldı, yorumlandı, yankılandı. Hazal artık bir topluluğun parçasıydı. Ama bu topluluk, fiziksel değil, duygusaldı. Kelimelerle kurulmuştu. Sessizlikle büyümüştü. Ve bu topluluk, ona yeni bir yaşam biçimi sundu. Artık yalnızlık, bir eksiklik değil, bir alan olmuştu. Bu alanda yazıyor, düşünüyor, yeniden şekilleniyordu. Sonunda, defterine şu cümleyi yazdı: “Ben artık bir eş değilim, bir anne değilim. Ben, kendimin sesi oldum.” Bu cümle, onun kapanış cümlesiydi. Ama aynı zamanda bir başlangıçtı. Çünkü Hazal artık güçlüydü. Sessizce, derinden, ama sarsılmaz bir şekilde. Rüya’nın çizdiği kadın figürü, artık onun aynasıydı. Dağın tepesinde, elinde kalemle, kendi hikâyesini yazıyordu. Ve bu hikâye, susturulamazdı.



KIRILMADAN GÜÇLENMEK  
9. Bölüm – Kendi Sesinle Kalmak: Sessiz Gücün Hikâyesi  

Sabahın ilk ışıkları perdeye vurduğunda Hazal hâlâ uyanıktı. Uyku, artık ona uğramıyordu. Geceler, düşüncelerle dolu bir geçiş alanına dönüşmüştü. Rüya’nın yokluğu evin her köşesinde yankılanıyor; eşinin sessizliği bu boşluğu daha da derinleştiriyordu. Ayrılık kararı alınmıştı. Sessizce, kavgasız, ama kökten. Eşi gitmişti. Bavulunu toplamış, kapıyı sessizce kapatmıştı. Hazal, arkasından bakmamıştı. Çünkü bu gidiş, bir son değil, bir başlangıçtı.

Evde yalnız kalmak, ilk başta ürkütücüydü. Ama sonra fark etti: bu yalnızlık, onun sesini daha net duymasını sağlıyordu. Artık kimseye açıklama yapmak zorunda değildi. Kimseye kendini anlatmak, ikna etmek, susmak zorunda değildi. Rüya’nın ardından gelen sessizlik, şimdi başka bir anlam kazanıyordu. Bu sessizlik, Hazal’ın içsel barışının sesi oluyordu.

Aileler hâlâ baskı yapıyordu. Telefonlar çalıyordu. “Bu evliliği bitirmeyin,” diyorlardı. “Rüya’nın hatırası için birlikte kalmalısınız.” Hazal, bu cümleleri duydukça içi sıkışıyordu. Çünkü kimse onun ne yaşadığını bilmiyordu. Kimse, geceleri defterine yazdığı cümleleri okumamıştı. Kimse, Rüya’nın son nefesini tutarken onun gözlerine bakmamıştı. Bu evlilik, artık bir yük olmuştu. Ve Hazal, yük taşımak istemiyordu.

Yazmaya devam etti. Blogu artık sadece bir anlatı alanı değil, bir direniş alanıydı. Kadınlar yazıyor, anneler yazıyor, kayıplarını anlatıyorlardı. Hazal, bu sesleri okudukça güçleniyordu. Çünkü artık yalnız değildi. Rüya’nın adı, başka hikâyelerde de yankılanıyordu. Ve bu yankı, ona bir topluluk hissi veriyordu. Dayanışma, kelimelerle kuruluyordu.

Bir gün, eski bir arkadaşından mesaj geldi: “Senin yazıların sayesinde kendi hayatımı sorgulamaya başladım. Güçlü kalmak ne demekmiş, şimdi anlıyorum.” Hazal bu mesajı okurken ağladı. Çünkü artık yazdıkları sadece bir terapi değil, bir dönüşümdü. Ve bu dönüşüm, onun içinden başlayıp başkalarına ulaşıyordu.

Hazal, evin içinde yalnızlığın sesini dinlemeyi öğrendi. Rüya’nın odasına artık daha sık giriyordu. Oyuncaklar yerli yerindeydi, kitaplar rafta diziliydi, küçük bir defter hâlâ yastığın altında duruyordu. O defteri eline aldığında, sayfalar arasında Rüya’nın çizdiği bir resim buldu: bir kadın, elinde kalemle bir dağın tepesinde duruyordu. Altında küçük harflerle yazılmıştı: “Annem güçlü.” Hazal, bu çizime uzun süre baktı. Gözleri doldu ama ağlamadı. Çünkü artık bu gözyaşları, sadece acıdan değil, anlamdan da doğuyordu.

Yazılarına daha çok zaman ayırmaya başladı. Kelimeler artık sadece içini dökmek için değil, bir şeyleri inşa etmek için akıyordu. Her yazı, bir tuğla gibiydi. Kendi içsel evini kuruyordu. Bu ev, sessizlikten yapılmıştı ama duvarları dayanışmayla güçleniyordu. Blogundaki yorumlar, mesajlar, paylaşımlar… Hepsi birer ses olmuştu. Ve Hazal, bu seslerin arasında kendi sesini daha net duyuyordu.

Ayrılığın ardından gelen özgürlük, ona yeni bir düşünce alanı açtı. Artık ne düşüneceğini değil, ne hissettiğini sorguluyordu. Evlilik boyunca bastırdığı fikirler, şimdi birer birer ortaya çıkıyordu. “Ben kimim?” sorusu, artık bir kriz değil, bir keşifti. Ve bu keşif, onu korkutmuyordu. Çünkü artık yalnızlık, bir tehdit değil, bir alan olmuştu. Yazmak, düşünmek, sessizce var olmak… Bunlar onun yeni ritüelleriydi.

Aile baskısı hâlâ sürüyordu. “Bu evliliği kurtarın,” diyorlardı. “Toplum ne der?” Hazal, bu cümleleri duydukça içinden bir direnç yükseliyordu. Çünkü artık toplumun sesi, onun sesinden daha yüksek olamazdı. Rüya’nın kaybı, ona bir şey öğretmişti: hayat, başkalarının beklentileriyle yaşanmazdı. Hayat, kendi sesinle yaşanırdı. Ve Hazal, bu sesi bulmuştu.

Bir gün, bloguna şu cümleyi yazdı: “Güçlü kalmak, her şeye rağmen kendi sesini duymaya devam etmektir.” Bu cümle, yüzlerce kez paylaşıldı. Kadınlar, anneler, yalnızlar… Hepsi bu cümlede kendini buldu. Hazal, artık sadece bir yazar değil, bir ses olmuştu. Ve bu ses, susturulamazdı.

Hazal, Rüya’nın çizdiği o dağdaki kadın figürünü zihninden çıkaramıyordu. “Annem güçlü” cümlesi, artık sadece bir çocuk cümlesi değil, bir yaşam manifestosu hâline gelmişti. Evin içinde yalnızdı ama bu yalnızlık, onu zayıflatmıyordu. Aksine, her gün biraz daha güçlendiriyordu. Çünkü artık kimseye rol yapmıyordu. Kimseye kendini ispat etmeye çalışmıyordu. Sadece kendisiyle kalıyordu. Ve bu kalış, bir direnişti.

Yazdığı son yazı, blogunda en çok okunan içerik oldu. Başlığı şuydu: “Güçlü Kalmak, Sessizce Yeniden Doğmaktır.” Yazıda, Rüya’nın kaybı, eşinin gidişi, aile baskısı ve kendi içsel dönüşümünü anlattı. Ama en çok, kendi sesini nasıl bulduğunu yazdı. “Yıllarca başkalarının sesiyle yaşadım. Şimdi kendi sesimle yürüyorum,” diyordu. Bu cümle, yüzlerce kadının kalbine dokundu. Paylaşıldı, yorumlandı, yankılandı.

Hazal artık bir topluluğun parçasıydı. Ama bu topluluk, fiziksel değil, duygusaldı. Kelimelerle kurulmuştu. Sessizlikle büyümüştü. Ve bu topluluk, ona yeni bir yaşam biçimi sundu. Artık yalnızlık, bir eksiklik değil, bir alan olmuştu. Bu alanda yazıyor, düşünüyor, yeniden şekilleniyordu.

Sonunda, defterine şu cümleyi yazdı:  
“Ben artık bir eş değilim, bir anne değilim. Ben, kendimin sesi oldum.”

Bu cümle, onun kapanış cümlesiydi. Ama aynı zamanda bir başlangıçtı. Çünkü Hazal artık güçlüydü. Sessizce, derinden, ama sarsılmaz bir şekilde. Rüya’nın çizdiği kadın figürü, artık onun aynasıydı. Dağın tepesinde, elinde kalemle, kendi hikâyesini yazıyordu. Ve bu hikâye, susturulamazdı.

11.10.2025
Mesime Elif Ünalmış 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YARDIMLAŞMA

               YARDIMLAŞMA ⭐ Tayfun, diğer arkadaşlarıyla teneffüse çıkmış, okul bahçesinde oynuyordu. Etrafında durmaksızın koşturan çocuklara bakıyordu. Tayfun, sakin bir çocuk olduğundan genelde bir köşede oturup arkadaşlarını izliyordu. Tayfun, peşinde koşturan sınıf arkadaşının düştüğünü görünce yerinden fırlayarak yardıma koştu. Gökhan fena düşmüştü ve acı içinde kıvranıyordu. Hemen ardından nöbetçi öğretmen yetişti ve Gökhan'ın yardımına koştu. Öğretmen ambulansı çağırarak Gökhan'ın hastaneye gitmesini sağladı. Ambulansın gelmesini beklerken, komşulardan biri olan Tayfun'un annesi, Gökhan'a ve öğretmenlere yardımcı olmak için geldi. Tayfun, arkadaşı için çok üzülmüştü. O günden sonra, müdür bey çocukların kolektif oyunlar oynamaları için belli kurallar çerçevesinde güzel oyunlar oynamalarını teşvik edecek konuşmalar yaptı. Koşturmadan da güzel oyunlar oynayabileceklerini hatırlattı. Bu olay, Tayfun'un arkadaşlarına daha çok yardım etmeye ba...

KAVRAMSAL ÖYKÜLER

🌼  Sevgi🌼 Dilek, henüz 1. sınıfa gidiyordu. Sapsarı saçları ve mavi gözleriyle çok sevimliydi. Dilek, okulun açılmasıyla yeni arkadaşlar edinmiş ve okuluna iyice alışmaya başlamıştı. Yeni şeyler öğrenmek onu heyecanlandırıyordu. Okulu çok seviyordu ve arkadaşlarını da çok değerli buluyordu. Ancak en çok arkadaşı Semra'yı seviyordu. Semra'nın babası öğretmen olduğu için başka bir okula tayin olmuştu ve Semra'dan ayrılmak zorunda kaldı. Dilek bu duruma çok üzülmüştü. Ancak annesi durumu kabul etmesi için Dilek'i karşısına alarak durumu izah etti. Annesi, Dilek'in dilediği zaman Semra'yı arayabileceğini söyledi. Dilek bunun üzerine çok sevindi. O günden sonra bütün dikkatini okula vererek yeni şeyler öğrenmeye devam etti. Aradan geçen zaman içinde arkadaşlarını aramayı da ihmal etmedi. Dilek, yeni arkadaşlar edinmeye ve sınıfında daha aktif olmaya devam etti. Semra'yla da sık sık telefonla konuşarak bağlarını koparmadı. Okulda öğrendiği yeni bilgileri ve ya...

Hatay Depreminin İkinci Yıldönümü: Yıkımın ve Umudun İzleri

  Hatay'da depremin üzerinden iki yıl geçti. Ancak, bu doğal afetin açtığı yaralar hala sarılmayı bekliyor. Depremzedeler, yaşadıkları acıları ve çaresizlikleri unutamıyor. Onların hikayeleri, bizlere dayanışmanın ve insanlığın önemini hatırlatıyor. Depremde evlerini, sevdiklerini kaybeden insanlar, yeni bir hayat kurma çabası içinde. Bu zorlu süreçte, birbirlerine destek olarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Her şeye rağmen umutlarını yitirmeyen depremzedeler, yarınlara daha güçlü bakma arzusu taşıyor. Depremin getirdiği yıkımın ardından, hayatlarını yeniden inşa etmeye çalışan bu insanların sesine kulak vermek ve onların yaşadığı zorlukları anlamak, hepimiz için bir sorumluluk. Bir daha bu acıların yaşanmaması için, toplum olarak bilinçli ve duyarlı olmalıyız. Bu yıldönümünde, depremzedelerin acılarını ve çaresizliklerini unutmamak için bir kez daha hatırlatmak istiyoruz: Yaşananlardan ders çıkararak, gelecekte daha sağlam adımlar atmalıyız. Bu süreçte en önemli şey, dayanışma v...