1. BÖLÜM – ZEHRİN KÖKÜ: ÜÇ KADER, BİR LANET
“Her aşk bir meyve gibi çiçeklenir. Ama kimse kabuğunun altında büyüyen zehri bilmez.”
Yıllar önce, Gölgeli Kasaba henüz bu kadar suskun değildi.
Pazar günleri sokaklardan kahkaha geçer, teneke çaydanlıklar en az bir çiçekle kaynardı.
Ama o yıl, bir aşk büyüdü kasabada. Ve bu aşkın kökü bir gün toprağı zehirleyecekti.
Mehmet — halkın “Çökelekçi Mehmet” dediği genç, dürüst ve her sabah aynı türküyle süt taşıyan bir delikanlı.
Filiz — annesi ölmüş, babası hastalıklı bir kız; güzelliği dillere destan, çehresi bir tül gibi.
Ve o üçüncüsü... adı hatırlanmayan, ama yüzü unutulmayan kadındı:
Gargamel burunlu, çirkin suratlı, sessizce sevip gürültüyle lanetleyen kadın.
Mehmet ve Filiz önce göz göze geldi.
İkisi de yoksuldu, ikisi de dünyada sadece birbirini seçebilecek kadar çıplak kalmıştı.
Kimi zaman aynı pınardan su taşıdılar. Kimi zaman sessizce aynı gölgede oturdular.
Ve bir gün Mehmet, sırtında çökelek dolu çuvalıyla geldiği pazar yerinden çıkmadan evvel Filiz’in önünde durdu:
“Bu dünya bize ne vermezse vermesin…
ben senden vazgeçmek için yaratılmadım.”
Filiz cevap vermedi.
Ama o gece yıldızlara bakarken gözleri dolduysa, herkes ne dediğini anladı.
İki hafta sonra, üç gün üç gece süren düğünle evlendiler.
Çok şeyleri yoktu.
Ama Filiz'in saçına iliştirilen minik gelincik çiçeği, o zamana kadar görülmüş en kırmızı güzellikti.
O gece, kasabanın kuzeyinde yalnız yaşayan çirkin kadın,
elleriyle toprağı kazdı.
Ve o toprağın altına küçük, çürük bir meyve gömdü.
Sonra ağacın dibinde durup şu cümleyi fısıldadı:
“Aşkımı çöpe attın Mehmet.
Şimdi kendi toprağından çürüyerek öğren.”
Arkasını döndü, yürüdü.
Ama ağaç... susmadı.
Ağaç.
Kasabanın en eski meyve ağacıydı.
Gövdesi kalın, gölgesi serin.
Âşıklar orada buluşurdu.
Ama o gece... yapraklarının rengi koyulaştı.
Ve sabaha karşı ilk defa — kökü çatladı.
Sabah, Filiz'le Mehmet fark etmedi bile.
Onlar hâlâ yeni evliydiler.
Ve aşk, bir süre her şeyi susturur.
Ama o ilk gece rüyasında Filiz, bir kadın sesi duydu:
“Bir gün gözlerin sana benzemeyecek çocuklar doğuracak.
Güzelliğin… cezana dönüşecek.”
Uyandığında titriyordu.
Ama Mehmet’in kollarında huzur vardı.
En azından şimdilik.
İlk çocuk doğdu: Fürüze.
Güzellik bekleniyordu.
Ama bebek doğduğunda, yüz hatları simetriden yoksundu.
Dudakları sarkıktı. Gözleri çukurdaydı.
Mehmet konuşmadı.
Filiz sadece ağladı.
Ama kabullenip sarıldılar.
İki yıl sonra Neşe geldi. O da benzerdi.
Sonra Hasan — burnu geniş, çenesi yamuktu.
Orhan — sağlıklıydı ama gülmüyordu.
Kasaba fısıldamaya başladı.
“Bu kadının yüzü güzel ama çocuklarının ruhu yok.”
“Onları bir kadın değil, bir lanet doğurmuş gibi.”
Filiz bunları duyardı.
Ve her gece çocuklarını yıkarken,
onlara değil — suda yansıyan kendi yüzüne ağlardı
Gargamel burunlu kadının evinin kapısı hep kapalıydı.
Ama oradan zaman zaman garip sesler gelirdi.
Zahide Nine anlatmıştı:
“O kadın tılsımlarla konuşurmuş.
Ama sesi değil… bedduası yürür sokakta.”
Ve bir sabah, kadın evini terk etti.
Gitmeden önce, ağacın dibinde küçük bir taşı ortaya çıkardı.
Üzerine siyah mürekkeple yazılmış tek bir kelime vardı:
“Kök.”
Zaman geçti.
Filiz tekrar hamile kaldı.
Ama bu sefer... başka bir şey vardı içinde.
Gün geçtikçe güzelleşen bir ışık hissetti.
Bu bebek, diğerlerinden farklıydı.
Kalbi başkaydı.
Ama kıskançlık başlamıştı evin içinde.
Hasan en büyük oğuldu,
ve Filiz’in yüzünde beliren gizli tebessüm,
ona yönelmemişti o sabah.
Mehmet, uzak bir köye gitti.
Orada mucizeleriyle bilinen bir kadın vardı.
Adı anılmaz, sesi unutulmazdı.
Kadın, Filiz’in karnına elini koydu ve gözlerini kapadı.
Sonra sadece şunu söyledi:
“Bu çocuk... sadece sizin değil.
Bu kasabanın.
Ve zehrin içinden doğup
iyiliği taşıyacak tek varlık o olacak.”
Mehmet titredi.
Dönünce lokma dağıttı.
Ama ışık yayılmadan önce gölge uzanırmış — çocukları, henüz doğmamış kardeşlerine nefretle bakmaya başladılar.
Ve bir gece...
Filiz o ağacın dibine yürüdü.
“Hâlâ oradasın,” dedi.
“Bize ne getirdiğini bilmiyorum…
ama içimde bir şey... bu defa sana yenilmeyecek.”
Karnına dokundu.
Ve ağaç rüzgâr olmadan sarsıldı.
Doğum günü geldi.
Filiz sancılanırken Mehmet yere yığıldı.
İkisi de aynı anda kıvrandı.
Aynı sancı…
aynı gözyaşı…
Ebru ebe korkuyla doğuma girişti.
Ve çocuk doğdu.
Saçları altın sarısı, gözleri deniz mavisi.
Teni parlaktı. Nefesi ağır ve derindi.
Ağlamadı.
Sadece baktı.
Ve sanki bakışlarıyla kasabanın çatılarına kadar ulaştı.
Ebru korkuyla geri çekildi.
“Bu çocuk... dua değil, cevaptır.”
Aynı anda Filiz son nefesini verdi.
Mehmet de hemen sonra.
Kasaba sustu.
Sadece çocuk kaldı.
Ve ona “Güven” adını verdiler.
Çünkü o gece kimse hiçbir şeyden emin değildi… ama içlerinden biri, “bu çocuk doğru olan” diye fısıldadı.
Bölüm Sonu Mini Anket
1. Gargamel burunlu kadının bedduası hakkında ne hissettin?
◽ Haklıydı — öfkesini bir hakarete karşı savunma olarak kullandı
◽ Acımasızdı — aşk reddedildi diye masumları lanetledi
◽ Trajik — sevilmeyen kadınlar bazen ölüme bile dönüşebilir
2. Güven’in doğumu sende ne yankı uyandırdı?
◽ Bir mucize, ama yalnızlıkla birlikte gelen
◽ Bir cevap — sadece iyiliğe değil, bedduaya da
◽ Umut — çünkü gölgeye rağmen parladı
💬 Yorumlarda sen fısılda:
Bu masalda en çok hangi kalpte durmak istedin?
Ve sen olsaydın… Güven doğarken yanında ne söylerdin?
28.06.2025
Yazan: Mesime Elif Ünalmış
Yorumlar
Yorum Gönder
Merhaba sevgili okuyucular, paylaştığım hikayeler ve yazılar hakkındaki düşüncelerinizi çok merak ediyorum! Yorumlarınız benim için çok değerli. Lütfen görüşlerinizi ve önerilerinizi paylaşmaktan çekinmeyin. Hep birlikte daha güzel bir topluluk oluşturalım! ✍️